KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ

(Filmin sonuyla ilgili bilgiler içermektedir)

Lionel Shriver'ın Türkiye'de de aynı adla yayınlanan Kevin Hakkında Konuşmalıyız adlı ödüllü romanından beyaz perdeye uyarlanan film, Lynne Ramsey’in üçüncü uzun metrajlı filmi. Bu kez karşımızda sarsıcı ve ağır bir o kadar da derin bir hikaye var. Sessizce çarpan detaylarıyla ustaca işlenmiş etkileyici bir öykü Kevin ve Eva’nınki. Aile ve annelik kavramlarını çaresizlik, yalnızlık, suçluluk, pişmanlık ve şiddet temaları eşliğinde cesurca irdeliyor.

Bu film birçokları gibi iyi anne/evlat olmak ya da olamamaktan çok daha fazlası. Bu film söylenenlerden çok söylenmeyenlerin hikayesi, aile resimlerinde arka planda saklı kalmışların gün gelip resmi sarmasının hikayesi.

Daha ilk sahnesiyle izlemeye alıştığımız sıradan ‘çocuk öncesi ve sonrası’ filmlerinden olmadığının sinyallerini veriyor.

Eva, tüm planlarını ve hayallerini bir kenara koyarak Kevin’ı doğuruyor fakat bunun iyi bir karar olup olmadığı konusunda ilk günden beri pek emin sayılmaz. Annesinin tereddütlerini daha ilk kez kucağa alındığı an, Eva onu ellerinde ama bedenine uzak tuttuğunda hissediyor Kevin. Hastaneden eve getirildikten sonra Kevin’ın ağladığı ve Eva’nın onu susturmak için ne yapacağını bilemediği sahnede yine yakın ama bir o kadar da uzak tutuyor onu kendisine. Ağlayan bebeğe bakarkenki iç sıkıntısını yansıtan mimikleri öyle etkileyici ki.

Bir başka sahnede bebek arabasıyla yol çalışmasının yakınında birkaç dakikalığına dahi olsa Kevin’ı duymamanın rahatlığına sığınıyor fakat Kevin büyüdükçe yok sayamayacağı simsiyah bir bulut gibi çöküyor Eva’nın üstüne. Simsiyah bulutta gördüğü kendi yansıması aslında, bulut simsiyah değil de sadece bir ayna belki de.

Eva Kevin’a kızdığı bir anda “Sen doğduğundan beri Paris’te olmak istiyorum” diyor. Sert bir darbe bu fakat işler hiç kuşkusuz bir cümleyle şekillenmiyor. Kevin Eva’nın söylediklerinden çok önce, söylemediklerini duydukça bu hale geliyor. İlk günden beri varlığının annesine ağır geldiğini hissediyor ve karşılığında o da verebileceği en büyük hasarı vermeye çabalıyor sanki. Bir bebeğin verebileceği zarar huzursuzluk, bir çocuğun ise evi kirletmek belki ama Kevin’ın yaşı ilerledikçe ailesine verebileceği hasar da katlanarak artıyor. Eva Kevin’da bir renk görmeye çalıştıkça kapkara duvarlar karşılıyor önceleri onu, her seferinde çarpıp geri savruluyor. Kevin büyüdükçe bu sert duvar cayır cayır yanan bir ateşe dönüşüyor. Zaman öyle bir güne doğru akıyor ki Kevin Eva’ya asıl yıkımın ve çaresizliğin ne olduğunu gösteriyor.

Eva bebek Kevin’a baktığında tüm kaybettiklerini görüyor ve Kevin’ın bunu anlaması için ise sözlere gerek kalmıyor. Annesinin mutsuz ve çaresiz bakışlarından, sessiz haykırışlarından anlıyor söylenmeyenleri. Büyüdükçe gözlerindeki kin ve nefret de büyüyor. Eva Kevin’a ne yüklüyorsa Kevin ona bunun bedelini kat kat fazlası olarak ödetiyor. Uzun yıllar tuvaleti kullanmayı reddedişiyle, duvarlara püskürttüğü boyalarla, etrafa saçtığı yiyeceklerle başlıyor. Aslında sayıları öğrenmişken sorulara cevap vermeyerek, fiziksel bir sorunu olmamasına rağmen verilen komutlara kayıtsız kalarak ödetiyor. Belki de tüm yaptıkları “Ben buradayım” haykırışlarını içeriyor, “Ben doğdum, sen istemesen de buradayım”. Biraz büyüdüğünde açıkça “Bir şeye alışmak onu sevdiğini göstermez. Sen bana alıştın” demesi sevilmediğini düşündüğünü kelimelerle ifade ettiği nadir birkaç sahneden biri.

Hastalandığı sahnede bir geceliğine de olsa gardını indiriyor, sevilmeye ve sıcaklığa ne denli muhtaç olduğunu hissettiriyor fakat aynı gecenin sabahını eski sert kabuğuyla karşılıyor. Annesi çileden çıkarak onu yere fırlattığında kolu kırılmasına rağmen içten içe bir rahatlama hissediyor sanki. Eva’da ilk günden beri sezdiği öfkenin somutlaşmış hali Kevin’a iyi geliyor. Belki hislerini doğruladığı için belki de şiddet üzerinden olsa da ilişki kurma çabasına karşılık aldığı için.

Eva Kevin’da hayal ettiği çocuğu göremedikçe eşinden bile habersiz Celia’ya hamile kalıyor. Kötü bir anne olmadığını ona gösterecek yeni bir bebek umuduyla belki de. Kardeşini ilk günden çocukça bir kıskançlıkla karşılıyor Kevin. Yıllar geçtikçe ise Kevin’ın olmadığı ne varsa kardeşinde görmeye başlıyoruz. Sıcak, olumlu, sevildiğini hisseden ve güvenli bir çocuk oluyor Celia, ailesinin keyfini çıkarıyor, korunduğunu ve önemsendiğini hissediyor. Kevin ise çok geçmeden önce çok sevdiği tavşanını alıyor Celia’nın elinden, sonra ise sol gözünü. Celia’nın gözünü kaybetmesinin sebebi Kevin’ın ihmali mi yoksa kurduğu tuzak mı açıkça öğrenemiyoruz fakat Kevin’ın o ana kadar çizdiği tablo bu soruyu anlamsızlaştırıyor aslında. Sanki Kevin borçlulardan alacaklarını istiyor kardeşine zarar verirken. Celia’yı sol gözünde bir bantla yaşamaya mahkum bıraktığında aslında içinde sakladığı yıllarca sevildiğini, önemsendiğini hissetmeyen ve bir yanı eksik yaşamaya mahkum edilmiş o küçük çocuğun intikamını alıyor Kevin.  Aynı ailenin kardeşinin gözünden görülen versiyonuna dayanamadığını haykırıyor sanki zarar verirken. Film boyunca çiftin çocuksuz, özgür ve mutlu sahneleri öyle ustaca serpiştirilmiş ki araya Kevin’ın ağırlığı izleyicinin de üzerine çöküyor.

Salonun orta yerinde duvarda asılı olan Kevin’ın çocukluk portresinin yanına ergenlik portresi ekleniyor. O çocuk bu gence dönüştü, o çocuğun hissettiklerinin bedelini bu genç ödetecek dercesine. Salonun orta yerine yerleşiyor tıpkı hayatlarının orta yerine yerleştiği gibi. Evde başka dikkat çeken fotoğraf yok; ne Eva, ne Franklin ne de Celia var duvarlarda. Sadece Kevin.  Aynı mesajı içeren bir diğer detay ise Kevin’ın ergenlikte dahi çocukluk yıllarında giydiği küçük t-shirt’leri giymeye devam ediyor olması. ‘Bugünü anlamak için o güne bak’ diyor sanki.

Annesi bulsun diye bıraktığı CD’ye ‘Seni Seviyorum’ başlığını atmasında bu başlığın ilgi çekici olmasından çok daha fazlası saklı. Annesinin yıllarca yakınlaşma çabasının altında gizlediği “Sen benim hayatımı mahvettin” başlığını nasıl dengeleri altüst ettiyse, Kevin da paralel bir şekilde sıcak bir başlıkla onu kandırarak bilgisayarının çökmesini sağlıyor. Ve sistemi bozan görüntüler renkli bir ekranın tam ortasında yazan ‘kaybettin’ yazısıyla son buluyor. Bu sahne alttan alta Kevin’ın Eva’ya vermek istediği mesajları düşündürüyor izleyiciye. Bir yandan da korkunç sona hazırlıyor belki de, Eva’nın asıl çöküntüyü yaşayacağı ve her şeyini kaybedeceği güne.

Her çabayı boşa çıkarıyor Kevin. Ne zaman bir paylaşım çabası görse büyük bir ustalıkla sabote ediyor. Annesini olmadığı sıradan ve uyumlu çocukla, olduğu sert ve umursamaz delikanlıyla cezalandırıyor. Eva yüzünden kolu kırıldığında bunu babasına anlatmayarak annesini korumuyor aslında onu pişman ederek, utandırarak cezalandırıyor. Onu; ilgisizlikle, umursamazlıkla ve sertlikle cezalandırıyor. En sonunda da titizlikle hazırladığı planla bir ömür yalnızlığa ve suçluluk duygusuna mahkum ederek cezalandırıyor.

Baba (Franklin), anne ve oğul arasındaki ilişkinin gürültüsünün hüküm sürdüğü evde bir gölge gibi bir belirip bir kayboluyor. Kevin’ı her çocuk gibi, Eva’yı ise takıntılı buluyor ve zaman zaman eleştiriyor. Sanki aksiyle yüzleşirse baş edemeyeceğini içten içe biliyor. Daha büyük bir eve geçmek gibi kararlarda kısa süreliğine belirleyici bir rolü üstlenip sonra sahneyi tekrar Eva ile Kevin’a bırakıyor.  Baş edemedikçe yok sayıyor, iki tarafın çekişmesinin rüzgarıyla savruldukça varlığının etkisi hafifliyor. Sonunda da gitmek istiyor.

Bir gün, bedenine uygun bir kıyafet giyiyor Kevin ve son ama en büyük projesini hayata geçirmek için okula gidiyor. Babasının yıllarca öğrettiği bilgilerle, babasının aldığı hediyeyle onlarca insanı öldürürken aslında umurunda olan bir tek kişi var. O da ilk kez bahçede antrenman yaparken okunu doğrulttuğu kişi. O küçük çocuğun öfkeyle fırlattığı sarı ok “Gün gelecek seni pişman edeceğim” diye bağırıyordu o gün. Bu sonu sadece dünyaya olan kinini kusmak için değil büyük oranda Eva’ya eziyet etmek için de yapıyor. Onun ilk günden beri içinde bulunduğu iyi annelik çabasını dürüst davranmamak olarak adlandırıyor. Büyük finalde de söylenenlerden çok söylenmeyenlerden etkilendiği yılların öcünü annesine yaptığı ile değil yapmadığıyla alıyor. Aslında en büyük derdi olan kişiyi hayatta bırakarak onu ölümden daha ağır bir cezaya, suçluluk duygusuna mahkum ediyor.

Başını musluktaki suyun altına sokan Eva’nın yüzünün Kevin’ın yüzüne dönüşmesi, açıkça anne-oğlun etkileşiminin altını çiziyor. Bunu da suyun içinde nefessiz kalmak pahasına rahatlama ve serinleme çabası şeklinde yansıtma seçimi etkileyici bir sahneyi doğuruyor.

‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ hikayeyi tek yönlü anlatmamasıyla da dikkat çekici bir yapım. Eva evlerinde yere oturmuş Kevin’a topu yuvarlaması için yalvarırken yaşadığı hayal kırıklığını da derinden hissediyorsunuz, özel odasını oğlunun resimleri yerine haritalarla kapladığında Kevin’ın yaşadığı sarsıntıyı da. Bu hikaye aile nedir, annelik bebek sahibi olunduğu an otomatik olarak gelişen bir his/beceri midir, bazı çocuklar doğuştan problemli mi doğarlar, kişiliğin oluşmasında ailenin payı ne kadardır gibi soruları cesurca irdeliyor. Herhangi bir fikri dayatmıyor ve benimsediği tarafsız bakış açısıyla izleyiciye sarsıcı bir deneyim sunuyor. Tavşanın ölümünde başvurmadığı aşırılıktan katliam sahnesinde de kaçınarak abartıdan uzak durmasına rağmen nefreti ve şiddeti ustaca yansıtıyor.

İçeriğiyle olduğu kadar isim seçimiyle de anlamlı bir hikaye. Filmin ismi Eva’nın Franklin’e haykırışı olarak yorumlanabileceği gibi, her iki tarafın da içten içe yok saymaya çalıştıkları gitgide büyüyen sorunun altını çizen dış bir ses olarak da algılanabilir. Yaşananlara bir isim takmaya çalışmıyor, sürece odaklanıyor. Başından beri adım adım yaklaşılan sonu vurguluyor bir anlamda, konuşulmayanları haykırıyor.

Cesur bir hikaye ustalıkla beyaz perdeye aktarılmış. İsmi büyük harflerle yazılmayı hak eden  başarılı bir yapım ‘WE NEED TO TALK ABOUT KEVIN’.